Koskoca, güzelim Malatya’da ıssız kimsesiz kaldım

 Muhyiddin Abdal’ın anlamlı dizeleri, bugünler içinmiş meğer:

 “İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim…”
 
 
Bu sabah keyifle uyandım, hava güneşli, gökyüzü dupduru mavi. Tek tük pamuk topakları var gökyüzünde. Kayısı çiçekleriyle donanan Malatya’nın altını üstüne getirmeliyim, ayağımın değmediği sokak, bahçe kalmasın bugün.
 
Hemen radyoyu açıyorum.  Halk müziği de olur, sanat müziği de; ağıt da olur, tıngır mıngır oyun havası da. Keyfimi hiçbir şey bozamaz. Radyodan hışırtı bile gelmiyor. Bu istasyonda bir arıza vardır, diğer istasyonları dolaşayım. Radyonun ibresini sağdan sola kadar ilerletiyorum, ses yok, soldan sağa doğru yeniden tarıyorum istasyonları, yine ses yok. Elektrikler kesilmiş olabilir mi? Mutfağın elektrik düğmesini açıyorum, ampulde ışık görünmüyor. Neyse, arada bir kesinti oluyor böyle, sonra gelir elektrikler.
 
Günlerdir süren sağanak yağmurdan, kapkaranlık gökyüzünden sonra. Bu güneşli günde evde mi durulurmuş. Kahvaltı etmek bile zaman kaybı gibi geliyor. Ailemle görüşüp haber vereyim de öyle çıkayım dışarı. Diğer yatak odalarının kapıları açık, kimsecikler görünmüyor. Dış kapı ardına kadar dayalı. Sanırım bana sürpriz yapmak üzere yakındaki fırına gittiler. Birazdan pespembe Malatya açık ekmekleriyle dönerler. 
 
Evin içerisinde oyalanıyorum. Spor ayakkabılarımı, gözlüğümü, şapkamı, kameramı hazırlıyorum.  Sırt çantam da hazır. Radyodan hâlâ ses yok. Beklemekten sıkıldım. Aşağı inip fırına doğru yürüyeyim. Yolda karşılaşınca ya da fırında görüşerek yürüyüşe çıktığımı söylerim. Önce Malatya sokakları, sonra kayısı bahçeleri…
 
Bitişik komşumuzun da karşı komşumuzun da daire kapıları açık. Onların da gelen gideni olmuştur, tesadüf işte. Asansörü kullanamayacağıma göre dördüncü kattan merdivenleri inmeye başlıyorum. Tüm daire kapıları, sırtına kadar dayalı ama çıt çıkmıyor. Tuhaf bir sessizlik bu. Biraz merak biraz endişeyle apartmandan sokağa çıkıyorum.
 
Ne güzel, sadece hava değil, sokaklar da güzel; sessiz, ıssız, spor ayakkabılarımın sesi bile karşı sokaktan yankılanıyor. Bu kadar da olmaz ki. İnsan sesleri, araç sesleri, az da olsa kedi sesleri de mi olmaz. Yok. Uyurgezer olabilir miyim? Şimdiye kadar ailemden kimse söylemedi uyurgezer olduğumu. Bildiğim kadarıyla uyurgezer değilim. Eeee, neden bu kadar sessiz bu koskoca kent?
 
Neyse, ilerleyeyim, nasılsa birkaç sokak daha geçersem insanlara rastlarım. Yürüyorum telaşla, kendi ayak seslerimden rahatsız olarak yürüyorum. Gözlerim bir insan arıyor, hareket halinde bir araç arıyor, bir kedi, köpek arıyor. Mevsim bahar, hava güneşli; bir sinek olsun, bir arı olsun bari. Yok, hiçbir canlı, hiçbir hareket, hiçbir ses yok.
 
Dükkânların, mağazaların kapılarının açık olduğunu fark ediyorum. Hemen bir mağazanın kapısından girip merhaba ünlemi yolluyorum. Sesim bana dönüyor. Bekliyorum, yanıt yok, mağaza boş. Mağazanım bir köşesinde iki koltuk, ortada büyükçe bir sehpa, konforlu bir masa, masanın arkasında döner koltuk, döner koltuğun yanında da kocaman çelik kasa duruyor. Burada da kimse yok ama çelik kasanın kapısı ardına kadar açık. Yönetici ya da mağaza sahibi, üç adım öteden bir şey alıp da gelecekmiş ve kasadaki işine devam edecekmiş gibi görünüyor. Bir süre hem kasaya hem çevreme bakarak olduğum yerde bekliyorum. Kasaya yaklaşmaya korkuyorum, sahibi ya da yetkilisi gelir de zan altında kalırım diye endişeleniyorum. Kasanın raflarında küçük defterlerin yanı sıra demet demet kâğıt paralar duruyor. Kimsenin geleceği yok, buradan derhal ayrılmalıyım.
 
Ürkerek dışarı atıyorum kendimi. Her iş yeri boş olabilir ama marketler asla boş olmaz, diyorum. İnsanlar, giyim, mobilya, beyaz eşya almadan yaşar ama gıda ürünü almadan yaşayamaz. Kesin, markette birilerini göreceğim, diyerek açık kapıdan içeri dalıyorum. Kasiyer yok, lavaboya gitmiş olabilir. Reyonların arasında elinde sepetle ürün seçen birilerini göreceğim birazdan. Bomboş bir market. Endişeyle dışarı atıyorum kendimi, hırsızlıkla suçlamasınlar beni. Neyse ki kameralarla gözetlendikleri geliyor aklıma da rahatlıyorum bu açıdan.
 
Yandaki kasap dükkânı boş, vitrinde koyun gövdeleri sergileniyor. Kasabın kapısının önüne her zaman uzanıp et parçacıkları bekleyen kediler nerede? Köşger dükkânı açık, o da kimsesiz. Çerezci de açık ama kimse yok. Bir de şu markete bakayım. Yine kasiyer yok. Ürünler dizili duruyor raflarda. Müşterileri göremiyorum. Rüya olabilir mi? Bu kadar canlı yaşanır mı rüyalar?
 
İş yerlerinden umudumu kestim, korkmaya da başladım. Oysa nasıl da keyifle başlamıştım bugünkü gezime…
 
Apartmanların kapılarının sonuna kadar dayalı olduğu dikkatimi çekiyor. Olabilir ama tek evlerin ana kapıları neden açık. Bir tek evin değil ki tüm evlerin kapıları açık. Zillerini çalayım, karşıma çıktıklarında kentin sessizliğini, kimsesizliğini, mağazaların terk edilmişliğini sorar öğrenirim.
 
Malatya’nın sevgilisi Mersedes Kadir, dört metre uzunluğundaki sırığa binmiş olarak şimdi karşıma çıksa. Araba diye bindiği dikiz aynalı, boncuklu, ışıldaklı sırığı işaret ederek, ağzının bir yanına sıkıştırdığı sigarasının izin verdiği ölçüde konuşarak “Abla, gel seni evine bırakayım…” teklifini bir daha söylese. Sevinç gözyaşlarıyla boynuna sarılacağım. Kadir’in tatlı ablası Sema çıksa karşıma, sarılıp Sema’ya sevinçten ağlayacağım. Kadir de Sema da benim gibi çok gezerler, çıksalar ya şu cegetten karşıma…
 
Apartmana girmek ürkütücü, en iyisi şu tek evin zilini çalayım. Çalıyorum zili hem de defalarca. Oysa başka zaman olsa en fazla iki kez çalarım, kapı açılmazsa ayrılırım oradan. Zil çalmıyor ki, elektrikler henüz gelmemiş. Kapıyı yumrukluyorum bu kez. Ne gelen var ne de seslenen. İçeri girsem mi? Hiç bilmediğim, tanımadığım evde ne işim var? Ya içeride kötü bir manzarayla karşılaşırsam? Ya ben içerideyken ev sahipleri gelip bana “Ne işin var, evimize bizden izinsiz nasıl girersin?” derlerse? Malatyalılar, böyle olumsuz tepki göstermez ama ben yine de çekiniyorum. O an aklıma geliyor. En iyisi yaşadığım apartmana döneyim, komşuların zilini çalayım.
 
Birkaç ıssız, sessiz, hareketsiz, kimsesiz sokağı geçip yaşadığım sokağa geliyorum. Apartmanların sokak kapıları ardına kadar açık zaten. Girişteki kapıcı dairesine yöneliyorum. Kapıcı dairesinin kapısı açık, zile dokunuyorum, elimi zilden hiç çekmiyorum. Zil sesi duyulmuyor, yumrukluyorum kapıyı, kapı zaten açık ama içeri giremiyorum. İçeridekiler, kapıya gelsin istiyorum. Kimse gelmiyor, içeri girmeye cesaret edemiyorum. Üst katlara yöneliyorum. Daire kapıları açık. Zillerine basıyorum, elimi zilden ayırmaksızın dakikalarca çalıyorum zilleri, elektriğin her an gelebilme olasılığını umut ederek. Kalbimin gümbürtüsü, yumruğumun kapılarda çıkardığı sesi bastırıyor. Boğazım kurudu, koca bir taş var boğazımda, her yutkunmamda boğazımı tırmalıyor o taş. Ne olur, yaşadıklarım bir rüya olsun, kötü çok kütü bir rüya olsun.
 
Bitişik komşumuzun dairesine gireyim bari. İzinsiz girilmez ama girmek zorundayım. Hiç tanımadığım insanların evine girmekten daha az korku ve ürküntü verir. Komşumuzun adını seslene seslene evde dolaşmaya başlıyorum. Her yer gayet düzenli, hep düzenliydi zaten. Yatak odasına bile bakıyorum, tüm kapılar açık. Yatak odasındaki aynalı çekmecelerin üzerindeki takı kutularında komşumuzun altın liraları, altın takıları duruyor.
 
Yine tedirginlikle, biraz da suçlulukla hızla evden dışarı atıyorum kendimi. Karşı dairenin de zilini çalıyorum uzun uzun. Kimseden ses çıkmayınca komşumuzun adını seslene seslene daireyi dolaşmaya başlıyorum. Ev halkı, birazdan gelip normal günlük yaşamlarına başlayacaklarmışçasına onları bekleyen bir ev bu da. Mutfak masasının üzerinde erkek cüzdanı, cep telefonları, araç anahtarı, bayan çantası duruyor.
 
Diğer katlara çıkıyorum. Artık dizlerim tutmuyor. Soluğum kesiliyor, boğazım kupkuru. Gözlerim yanıyor. Kendi nefes sesimden ürküyorum. Her yeri kalbimin gümbürtüsü dolduruyor. Bütün daireler boş, bütün evler kimsesiz. İnşaatlardaki örnek daireler gibi, dayalı döşeli ama yaşayanı olmayan itici yerler. İnsanların ölüleri de yok. Hepsi aynı anda buharlaştı mı? Tüm Malatya halkı, bir gecede sessiz sedasız terk mi etti buraları? Dolaştığım sokaklarda, iş yerlerinde, evlerde ne insan ölüsüne ne de hayvan ölüsüne rastlıyorum. Boş dairelere göre, boş apartmana göre sokaklar daha az ürkütücü. En iyisi yeniden sokağa çıkmak.
 
Sokakta dizili olan park halindeki araçları merak ediyorum o an. Komşumuzun araç anahtarı, mutfak masasının üzerindeydi. Hepsinin anahtarları evlerinde mi diye merak etmeye başlıyorum ve kapı kollarına asılıyorum. Birkaç araç kilitli, demek ki anahtarları evlerinde. Çoğu aracın kapısı açılıyor, üstelik kontak anahtarları da üzerinde.
 
Malatya’daki tüm araziler, tüm konutlar, tüm iş yerleri, akarsular, otomobiller, marketler dolusu ürün… Hepsi benim, ne yapayım bunları? Ne anlamı var?
 
Kayısı bahçelerine gidip güzelim kayısı çiçeklerine bakmak bile gelmiyor içimden. Buna ne ruhsal açıdan ne de fiziksel açıdan güç bulabiliyorum. Beynim, adım atmamı istemiyor.
 
O kadar üşüyorum ki dişlerim birbirine vuruyor. Dişlerimin takırtısı yankılanıyor sokakta. Saçlarımdan sular damlayınca bir yandan üşürken diğer yandan ter içerisinde kaldığımı fark ediyorum. Sırtıma bıçak saplanırcasına acı duyuyorum. Dizlerimin üstüne olduğum yere yığılıyorum. Midem kasılıyor, midemde bir fare varmış da çıkmak için debeleniyormuşçasına kasılıyor midem. Kusacakmış gibi öğürüyorum. Kulak zarlarım patlayacak öğürtümün basıncından.
 
Bir anda durmuş da komut düğmesine basar basmaz yaşama olduğu yerden başlayacakmış gibi insansız, hayvansız koskoca Malatya’da bir başımayım. Film durmuş, bir an önce yaşam filmi başlasın. Ne yapayım koca kenti bir başıma. Tadı tuzu, anlamı olmadığı gibi korkunç bir durumdayım. Dayanılır gibi değil, tek hissettiğim aşırı korku, bilinmezliğin korkusu. Sonsuz, kızgın çölde kalmışım bir başıma, susuzluktan yapışmış dilim damağıma, derim buruşmuş, gözlerimin feri sönmüş ama bu cehennem sıcağında bir çuval altın bulmuşum gibi anlamsız durumdayım. Öfkelenecek güç bile bulamıyorum göğüs kafesimde. Keşke kapkara bir rüya olsa ya da rüya değilse hemen ölsem. Bu korkuyu, bu yoğun çaresizliği, dayanılmaz acıyı yaşamasam, hemen ölsem…
 
“İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim…”
  
Not: Son iki yıldır, doğa yürüyüşlerinden son derece mutlu bir ruh haliyle eve dönüşlerimde, akşamüstleri herkesin evine koşma telaşları, bana bunları hayal ettiriyordu. Kafamdan kovmaya çalıştıkça böyle bir Malatya hayali yakamı bırakmıyordu. Sonunda yazıp kurtulayım şu korkulu hayallerden, dedim. Kurtulur muyum dersiniz? Ve dünyanın başına bela edilen Korona Virüsü de tuz biber oldu. Keşke tuz biber olsaydı, tuz biber iyidir; tüy dikti tüy…
 
[email protected]
 
 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56