ÜÇ FİDAN' DENİZ YUSUF VE HÜSEYİN'İN İDAMLARININ 44. YILI

Gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin 44. yılı. İdamların 44. Yılında Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş’in değerlendirmesi

ÜÇ FİDAN' DENİZ YUSUF VE HÜSEYİN'İN İDAMLARININ 44. YILI
Gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin 44. yılı

‘Üç fidan’ anılıyor 

1968 kuşağının devrimci gençlik önderleri Gezmiş, Aslan ve İnan yurdun çeşitli illerinde düzenlenecek etkinliklerle anılacak.

İdamların 44. Yılında Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş’in değerlendirmesi


DENİZLER’DEN GERİYE KALAN

Deniz, Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs 1972 günü, Türkiye’nin başkenti Ankara’da bir cezaevi avlusunda öldürüldüler.

Katilerinin elinde, arkasına saklandıkları bir mahkeme kararı vardı. Bir kadı hükmü kadar olsun hukuk değeri taşımayan o kararda, yirmili yaşlarının başındaki üç üniversiteli gencin anayasa ile müesses Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkma, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni görevinden alıkoyma girişiminde bulundukları;  bunun da güya çeşitli delillerin yanında mahkeme önündeki tutum ve savunmaları ile sabit olduğu öne sürülüyordu.

Kimseyi öldürmemişlerdi; evet, bunu teslim ediyorlardı, ama bir bankada bir miktar paraya el koyduktan sonra silah edinip üst üste Amerikalı askerleri kaçırmış ve serbest bıraksalar bile onları bir süre özgürlüklerinden mahrum bırakmışlardı.

Dahası: Türkiye’nin, “işbirlikçi” hükümetler eliyle emperyalizme teslim edilip adım adım sömürgeleştirildiğini öne sürüyorlardı. Türkiye topraklarının 35 milyon metrekaresini ABD askerlerine bırakan gizli antlaşmaları; bu topraklarda kurulan askeri üslerin hükümetler ve silahlı kuvvetler tarafından denetlenemeyen faaliyetlerini; Amerikan personelinin dokunulmazlığını; bu personelin Türkiye’deki suçları nedeniyle olsun hiçbir şekilde kovuşturulamamasını Türkiye’nin uydulaşmasına, yarı-sömürgeliğine kanıt gösteriyorlardı. Kendilerini “suçlu” bulmadıkları gibi Türkiye’nin, emperyalizme karşı Milli Kurtuluş Savaşı ile ve içerde cumhuriyetçi, halkçı bir devrimle belirlenmiş onurlu, saygın, mazlum dünyaya ümit ve cesaret veren konumundan ve artık gelenek kazanmış siyasal hattından uzaklaştırılmasını “suç” kabul ediyorlardı.

Gazi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının,  dolayısıyla Milli Kurtuluş’un ve Milli Kuruluş’un tüm mirasını savunmayı başlıca amaçlarından biri olarak gördüklerini vurgular ve “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” derken aslında işçiler, köylüler ve tüm emekçilerin kurtuluşunu ifade eden sosyal demokrasinin idealleri için savaşım yürüttüklerini gizlemiyor, yüksek askeri heyete “faşist cunta” diyor, sıkıyönetiminin “kanunla kurulmuş” askeri mahkemesini “tanımadıklarını” söylüyorlardı.

Bir de kendilerine “Halk Ordusu” adını vermişlerdi!
Bir de “sosyalist”, hatta “Marksist-Leninist” ve belki “Maoist” idiler!
Bir de tüm savunmalarında yürürlükteki ekonomik, siyasal, sosyal düzeni; bu düzenin egemenlerini ve onların palazlandırmaya çalıştığı dinci ve ırkçı gericiliği bıkıp usanmadan eleştirmişlerdi.
Bütün bunlardan dolayı yaşamlarına son verilmeliydi…
Verdiler!

Bu yolda bir karar için en başından itibaren çaba harcadıkları bugün açıkça bilinen yüksek askeri makamlar, bu konuda onlarla hiç uyumsuzluğa düşmemiş sivil makamlar; bu kararı onaylayan yüksek askeri yargıçlar; kararın uygulanmasını hızlandırmak için ellerinden geleni yapan, buna engel gördükleri Milli Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı, İnönü savaşları Komutanı, cumhuriyetin kurucusu Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü’yü bile alenen tehditten çekinmeyen sıkıyönetim makamları, bu makamların orgeneral rütbeli komutanları;  kararı Meclis’ten geçiren siyasal partiler ile bunların liderleri ve milletvekilleri ve nihayet onaylayıp resmi gazeteye gönderen dönemin cumhurbaşkanı, uygulama emrini veren hükümetin üyeleri hepsi, hepsi ellerini yıkayıp kenara çekildiler.
12 Mart rejiminin tekmeleyip aşağıladığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde merhum Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun trajedilerine gönderme yaparak “üçe üç” şiarını yükselten, “evet” makamında oylama sırasında iki elini birden havaya kaldırırken arkasındakilerin uyup uymadığını denetlemeyi de elden bırakmayan ünlü politikacı,  “İçim yanıyor, ama hükümeti düşürenler “bunu onaylayacaksın” diye göndermiş! Ne gelir elden!” diyecekti, yıllar sonra.

Denizler’in savunmaları bir tarafa, yukardaki gibi özetlenebilecek haklarındaki karar özeti bile, o gün yirmili yaşlarının başındaki o üç genç insanın yalnız zamanlarını iyi anlamakla kalmayıp günümüzde yaşananları da neredeyse yarım yüzyıl öncesinden berraklıkla gördüklerini ortaya koymaktadır. Çünkü devrimciydiler; halk için, devrim için, bağımsızlık için, demokrasi için ve toplum için o güne değin ne yapılmış ve hangi kazanımlar elde edilmişse tümünün saldırı altında olduğunu veya çoktan çökertildiğini görüyorlardı. Çünkü meseleleri Türkiye idi; Türkiye’nin ezilen sömürülen emekçilerinin, sosyal sınıflarının sorunlarıydı. Bu yüzden ne milliyet ne din ya da mezhep ne de bunlara benzer başka bir ayrıştırıcıya birleştiricilik vasfı yüklemeyi hiç düşünmediler. Çünkü yurtseverdiler; Türkiye’yi sevmenin, yurdunu sevmenin “kurbanlık toplum” haline getirilmeye karşı çıkmadan olamayacığından emindiler.

Hayat sonludur, yaşayan her canlı için ve her insan için; bu yüzden şu soruyu sormamış veya zaman zaman sormamış kimse yoktur:
Bizden veya benden geriye ne kalacak ? Ne kalır?
Şair: “Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır./ Asıl bu kalır” diye yanıtlıyor bunu.
Denizler’den kalan, Denizler’den sonrasıdır.
6 Mayıs 1972 günü, o Hıdırellez günü Ankara’da, devlet eliyle ve soğukkanlılıkla uzun uzadıya planlanmış, tasarlanmış, öngörülmüş üç cinayet birden işlendi.
Onlardan bize, onlardan sonrası kaldı. Asıl bu kaldı.

Bora GEZMİŞ
 
Kaynak: add.org.tr

 

Güncelleme Tarihi: 06 Mayıs 2016, 08:41

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

SIRADAKİ HABER

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56